Kulaklarımda iki cümle çınlıyor bugünlerde: Biri, "Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir." Diğeri, "Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez."  100 yıl önce halkın hakları anlamını taşıyan cumhuriyeti kuran yüksek karakterlerin akıl ve vicdan dolu mantığı bu sözlerde saklıydı. Bu yüzdendir ki, devleti var eden millet, devleti hep baba figürü olarak gördü. Halka haklarını verecek olan devletti ve bu figür, bir kişi, bir özne değildi, soyut bir varlıktı o devlet olarak ama aynı zamanda evlatlarına, yani millete sahip çıktığı anda somut adımlarla yaklaşırdı. Cumhuriyet kurulalı neredeyse 100 yıl oldu. Fakat, 10 ili etkileyen depremde devletin evlatlarını kaderine terk ettiğini açıkça görüyoruz. Ve artık, devletin yerini resmen tek adam almış, daha doğrusu işgal etmiş. Depremin 3. gününde devletin evladı olan millet, pek çok yerde hala da bu karda-kışta enkazın altında. Onların yakınları ise, bu soğukta ve dışarıda yakınlarının yaşadığı acıyı düşünerek gözü yaşlı, aç-susuz bir şekilde bekliyor. Biz de koca bir millet olarak, odamızın ısısından, içtiğimiz çorbadan utanıyoruz.

Türkiye'nin deprem ülkesi olduğunu kaderci birkaç yobaz haricinde herkes biliyor. Depremle yaşamayı bilen sayısı ise, ne yazık ki çok az. Depremlerden ders alan yönetici ve yetkili desek, o da yok denecek kadar az. Hatta, inşa ettiği sağlıksız betonlarla övünen bir iktidar, bir başka deyişle tek adam anlayışı 21 yıldır başımızda. Oysa 99 Depremi'nden sonra yapılan on binlerce binanın ne kadar zayıf ve ne denetimsiz olduğu belliydi. Devlet ise, bu konuda dersini almayarak sınıfta kaldı. Deprem öldürmez, bina öldürür denilir ki, doğrudur. 99 Depremi'nin ardından neredeyse çeyrek asır geçti. Gölcük, Yalova, Avcılar ve Sakarya civarı bu milli felakette yıkılan binaların en çok olduğu yerlerdi. O gece yarısındaki depremden kısa bir süre sonra gün aydınlığında balık adam, madenci, asker, AKUT, Kızılay vesaire birçok yardım ekibini gördük enkaz başlarında. Bunlar arama-kurtarma ve hayatta bırakma anlamında zamanla yarışıp gayet başarılı olmuşlardı. Şimdi akıllı telefonlar ve sosyal medyanın aracılığıyla enkaz adreslerini sokağından, kapı ve daire numarasına kadar verenlerin olduğu bir iletişim kolaylığında yeri bilinen o enkazlara ulaşan kurtarma ekibi ve araçlar hiç yok, yetersiz ya da gecikmiş. Birçok insan parayla iş makinesi getirmek için çırpınıyor ki, ne acı bir durum. Enkazda iyi çalışan madenciler bölgelere erkenden uçakla sevk edilememiş. Kızılay'ın adını pek çok noktada göremedik desek yeridir. Başta depremin etkilendiği Malatya'daki komutanlıkta ve diğer illerdeki askeri birliklerde on binlerce asker varken asker de devreye acil olarak sokulmadı. Sonuç olarak, AFAD'ın yıkılan binalara göre yetersiz ve koordine olamayan ekibi eşliğinde Türkiye resmen kaderine terk edildi. İnsanlar deyim yerindeyse tırnaklarıyla kazıyıp yakınlarına ulaşmak istiyor.

Türk milleti, bu depremde gözbebeği olarak bildiği orduyu ne çok bekledi. Gelgelelim AKP, neyin, nasıl başlayarak yaşandığı belli olmayan 15 Temmuz'da yıllardır destek verdiği Fethullahçıları bahane ederek orduya sağlam bir darbe daha vurdu. Ordunun okullarını, hastanelerini lağvetti. Ondan önce askeri mahkemeleri bile kaldırtarak orduyu kendi basın ve medyası yoluyla birçok davayla sözde suçlu hale getirerek milleti ordudan soğutmayı amaçladı ve uyguladığı propaganda ve yasalarla bunu bir şekilde başardı. Bu depremde bir daha gördük ki, kışlalarda tutulan ordu tek adamdan yetki bekler halde. Tek adam Erdoğan ise, orduyu sahada görmek istemedi. Meclis'in hem siyasetçi hem asker olarak saçma bir şekilde tarihe geçen bakanı Hulusi Akar, kamuoyuna, 3500 askerin sahaya gönderildiğinden bahsetti ve depremden saatler sonra adeta şaka gibi bir rakamla açıklama yaptı. Neye yetecekti ki o rakam, üstelik karar bu kadar geç alınmışken! Gerçekten böyle felaketlerde basit bir şekilde ordu deyip geçemeyiz. Ne de olsa arama-kurtarma dışında sağlık desteğinden, lojistiğine kadar nice imkanı böyle zor günlerde devreye sokacak güçtür o ordu. Ancak o ordunun halkla dayanışmasına engel olan bir anlayış olduğu için insanlar enkaz altında imdat sesleriyle yardım bekliyor, donuyor, ölüyor. Dışarıda olan ise ekmeğe, suya, ısıtıcıya, tuvalete muhtaç hale geliyor ve donma tehlikesiyle baş başa. Yakınlarını gömecek, ölülerini bulacak yer arıyor insanlar. İletişim sıkıntısı, akaryakıt yokluğu, ulaşım sorunu cabası. Bunun sebebi ise, depreme hazırlık yapmayan, yarattığı betonların sağlamlığını hiç düşünmeyen, olası bir depremde işbirliği ve iş bölümünden devletin kurumlarını mahrum bırakan, özellikle böyle ciddi bir felakette orduyu ve madencileri tam kadro olarak acilen devreye sokmayan tek adamlık sistemidir ve tek adamlıkta devlet yoktur. Millet de doğal olarak yok sayılır, kaderine terk edilir, kimsesiz kalır. Dikkat edin, vatandaşlar her enkazın etrafından kaderine terk edildiklerine, yalnız yani kimsesiz kaldıklarına değiniyor ama onları gören ve ulaşan yok.

Bir de tek adama mahkum olan egemenlerin rezalet açıklamalarına şahit oluyoruz. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, "Cumhur İttifakı olarak sahadayız." diyor. Böyle olağanüstü bir acının olduğu anda bile reklam ve siyaset peşinde. AFAD Başkanı Yunus Sezer deseniz, ulaşılmayan yer olmadığından bahsedip yalan-yanlış açıklama yaparak halka yersiz bir umut aşılıyor. Açıkçası, kendi yetersizliğini örtbas ederek aklanmanın ve günü kurtarmanın derdinde. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'a gelince, "İskenderun Hastanesi eski bir binaydı, yeni binalarımızda hamdolsun bir şey yok." diye açıklama yaparak, AKP döneminde yıkılan yeni binaların yerle bir olduğunu aklı sıra saklayarak acımasızca siyasetin daniskasını yapıyor. Oysa bizler, AKP'lilerin çokça övündükleri o yolların kullanılmaz hale geldiğini, havaalanı pistinin bile yarıldığını görmek bir yana, belediye binasının, polisevinin, şehir hastanesinin, ayakta kalamadığını, bir başka deyişle aslında devletin çöktüğünü görüyoruz.

Tek adam Erdoğan'ın açıklamaları ise, kendisine epeydir güvenen masum, saf insanlara son darbeyi acı bir şekilde vuruyor. Erdoğan, bu milli felakette dahi artık devlet nerede diyen vatandaşın olmadığından bahsediyor. Oysa insanlar ulaşılamayan her enkazın başında devlet nerede diye acıyla haykırıyor. Erdoğan, bir de sosyal medyada gerçekleri ortaya koyanları hedef göstererek halkı tehdit ediyor, onlar hakkında işlem başlatacaklarını belirtiyor. Böyle acı bir günde devletin en yetkili kişisinin uğraştığı duruma bakın! Erdoğan, Katar'dan gelen yardımı söylemeyi de ihmal etmiyor tabii. Örneğin, İsrail ve Yunan kurtarma ekiplerinin desteğinden bahsederse halkta yarattığı yabancı düşmanlığıyla çelişeceğini düşünerek, bir başka yabancı olan Katar'ın güzellemesini yapıyor sadece. Kısacası, enkazlara ulaşılmamış kime ne! Katar dostluğuna devam. Sanki sahada İspanyol'undan tutun da Japon'una kadar diğer iyi insanlar yokmuş gibi. Yani ayıp denen bir şey vardır ama bu açıklamalara bakınca, Erdoğan'a göre öyle bir şey yok. Ayrıca açıklamasında parti ayrımı gözetmeksizin birlik ve beraberlikten bahsederken, CHP'li Bodrum Belediyesi'nin yardımlarla dolu TIR'ının önüne, Muğla Valiliği'nin pankartını asıp Bodrum Belediyesi yazısını kapatanları izliyoruz. Yine, siyaset peşindeki tek adamlığın askerliğini yapanların görüntülerini izliyoruz koca bir millet olarak. Çüş derler adama ama partileşen tek adamlık sisteminin askerliğine soyunanlar hiç utanmadan hala da siyaset derdindeler. Amaç, CHP'li belediyenin yardımı gözükmesin, valiliğin reklamı yapılsın! Buyurun size ayrımın alası! Devlete hakim olanlar, vatandaş nerede kalacak, zararı nasıl karşılanacak, başka bir depremde binaların sağlamlığı için nasıl test ve sağlamlaştırma yapılacak, bu hususta hazırlık ve planlar ne olacak, deprem vergilerinin hesabı nasıl verilecek diye düşünmeliyken CHP'nin yardımını nasıl göstermeyeyim diye uğraşıyor.

Tüm bu rezaletler, bencillikler, kötü niyetlilik yetmezmiş gibi, yardımların sadece AFAD'a yönlendirilmesi gibi saçma bir propagandaya ve yönlendirmeye tanık oluyoruz. Ya hu devlet yetersiz kalmış, bari bırakın da yardımsever milleti engellemeyin! Zaten içişlerine bağlı AFAD'ın başkanına haklı olarak güvenmeyen, daha doğrusu devletin kurumlarına güvenmeyen bir halk var ortada. Ayrıca ikinci el eşyayı deprem bölgelerine göndermeyin diyen bir AFAD ve Kızılay anlayışı da var. Hiç utanmadan böyle bir günde sıfır malın hesabı yapılıyor.  Deprem bölgelerinde hırsızlık ve yağmacılık başlamış ama daha vatandaşının enkazının başına gidemeyen devletin içişleri buna yetişecek halde bile değil. Kahramanmaraş'ta depremde ailesi enkaz altında olan bir genç kız, hiçbir destek alamadıklarını mikrofona açıklarken, mikrofonu o acılı kızcağızın önünden çekip korkan, kızcağızı oracıkta hemen terk eden bir muhabirin içler acısı görüntülerine bakıyoruz. AKP'nin yarattığı medyanın yeni muhabir tipi olan bir sözde gazetecinin adını öğreniyoruz: Tuğba Södekoğlu! Vatandaşa bu acı gününde konuşma hakkı tanımayan faşizmin eserine bir kez daha şahit oluyoruz. İktidar ve bağımlıları halka siyaset yapmayın diyorlar ama halk zaten yardım yapıyor, destek istiyor. Fakat, asıl siyaseti kimin yaptığı ve halka kimin destek vermediği kanıtlarla resmen ortada. Ha, istifa mı, Kızılay gibi onun da adını ve görüntüsünü unuttuk. Kısacası, cumhuriyet ne kimsesizlerin kimsesi, ne de adeta haritadan silinen illerin toprağı sözde devlete göre kutsal.