Sivas Katliamı’nda yaşanan dinci faşizm

Bugün Sivas Katliamı’nın 31. yıl dönümü. 93’ün temmuz ayında çoğunluğu şair, yazar, ozan ve düşünürlerden oluşan aydınlar dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin tarafından 4 günlüğüne Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a davet edildi. Bu aydınların önemli bir kısmı 2 Temmuz günü kinle yetiştirilip vicdanlarını unutan ve inandıkları din için iyi bir şey yaptığını sanan acımasızlarca konakladıkları Madımak Oteli'nin içinde ateşe verildi. Şenlikler için otelde bulunan ve pek çoğu şehirde misafir ve davetli olan 33 insan, 2 otel görevlisi bu hazırlıklı ve sistemli gelişen katliamda feci şekilde can verdi. 2 saldırgan ise deyim yerindeyse kendi cehennem taşlarını döşerken öldü. Ve onlar, belki de iyi bir insan, iyi bir vatandaş olan tüm yakınlarına böyle bir utancı ve acıyı tattırdı. Şeriat yanlısı olan Atatürk Cumhuriyeti karşıtı gaddar gericilerin korku filmlerini aratmayan yeni bir katliamıydı bu. Düşünün ki, İstiklal Mahkemeleri sonrasında tek bir davada uygulanmasa da en çok idam cezasının verildiği önemli bir olaydı Sivas Katliamı. Ayrıca 37 ölüm dışında Aziz Nesin’in de içinde bulunduğu 51 insan bu katliamdan kendi olanaklarıyla canını zar zor kurtardı. Katliamlarda atılan sloganlar ve kurulan cümlelerse Atatürk Cumhuriyeti karşıtlığını, ilericiliğe ve sosyalizme olan kini, aynı zamanda şeriatçılığın bariz fikirlerini çok net bir şekilde açığa çıkarıyordu: “Muhammet’in ordusu, laikliğin korkusu!” “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!” “Sivas laiklere mezar olacak!” “Kahrolsun laiklik!” “Yaşasın Şeriat!” “Müslüman Türkiye!”

Sivas Katliamı gerçekleşmeden önce Aziz Nesin’in Müslüman olmayışı ile birtakım görüşlerini belirtmesi ve bu durumun basın ve medya yoluyla halka aktarılması düşünce özgürlüğü ve laikliğe saldırmak için fırsat kollayan katliamcı kafanın iştahını kabarttı. Aydınları davet eden valiye tepkiler çığ gibi yükseliyordu. Sivas’taki gericiler katliamdan 2 gün önce bildiriler dağıtarak Aziz Nesin’i halka hedef göstermişti bile. Tarihler 2 Temmuz 1993’ü gösterdiğinde ise, cuma namazının ardından şenliklerin olduğu alana doğru harekete geçip gittikçe kalabalıklaşan azılı grup ilk olarak “Halk Ozanları” heykelini yıkarak içindeki nefreti yansıttı. Aziz Nesin ve o gün şenlikler için Sivas’a gelen aydınların linç edilip öldürülme planı azılı gruba hiçbir esaslı müdahale yapılmadan adeta göz göre göre işletildi. Valinin uyarıları ve yaptırım isteği emniyet, bakanlık, belediye başkanı ve kolluk kuvvetlerince dikkate dahi alınmıyordu. Akşam saatlerine doğru çevreye, arabalara ve sağa sola zarar verme dozunu iyice artıran ve gitgide kalabalıklaşan grup önünde toplandığı ve içinde Aziz Nesin’le şenliklere davet edilen aydınların bulunduğu Madımak Oteli’ni bir anda ateşe verdi. En ufak haklı eyleme sayısız kez müdahale eden “devletin şefkatli copları” diyebileceğimiz kolluk kuvvetleri böylesine geniş katılımlı bir protesto için hiçbir izni olmayan ve sayıları 15 bini bulduğu söylenen pek çoğu öfkesinden kudurmuş bu yobaz sürüsünün çevreye zarar verip anayasaya aykırı sloganlar ve söylemlerde bulunmasına saatlerce göz yumdu. Sonuçta, otelin yakılmasıyla dışarıdaki öfkeli kalabalıktan korkup otelin içinde kalan aydınlar ve otel çalışanları hızla büyüyen alevlerin etraflarını sarmasıyla yanarak ve boğularak can verdi. Dışarı çıkıp kurtulmak isteyenler ise linci göze almak zorunda kaldı. Böylesine acı bir sahneyi bir an olsun gözünüzde canlandırmanız bile organize olup kollanan dinci faşizm vahşetinin nasıl kötü bir şey olduğunu anlamanız için yeterlidir.

Laik danıştay üyesi ve baro başkanını hedef gösterip öldürenler gerici ve şeriatçı

Sivas Katliamı’nın 13. yıl dönümüne birkaç ay vardı. Vakit gibi sözde gazete olan gerici bir paçavra laikliği savunan Danıştay üyelerini aldıkları bir karardan dolayı 2006 Şubat’ındaki manşetinde fotoğraflarıyla birlikte hedef gösterdi. O dönemde Danıştay üyelerini hedef gösteren bu sözde gazeteye karşı soruşturma başlatan savcı bile yalnız bırakıldı. Oysa hedef gösterilen Danıştay üyelerinin tek amacı dini bir simgenin eğitim alanına sokulmamasıydı. Okula geliş gidişte başörtüsü takan birinin anaokula müdür olması laik devlet için sakıncalı bulundu. Çok basit ki, dini referans almak, hayatın akışına dair alınacak kararlarda bir ayrım, bir şiddet, hatta Sivas’ta olduğu gibi bir katliam doğurabilirdi. Bu yüzden Danıştay üyeleri dini bir simge olan türban gibi bir örtünün devlet kurumlarında olmasının laik Türkiye şartlarında sıkıntılar doğurabileceğinin haklı kararını aldı. Ne de olsa Türkiye, dini referans almanın, ayrıma, şiddete ve katliamlara yol açabileceğinin örneklerini defalarca hem de çok acı bir şekilde yaşayıp bir türlü ders almayan ve laikliğin değerini bilmeyip gafil avlanan, hatta laiklik konusunda sabıkalı olan devlet yetkililerine sahipti. İlk başta dini bir simgenin devlet kuruluşlarında yer alması halk açısından masum bir talep olarak görülebilir. Ancak eğitimde yetişen bir doktorun, savcının, hakimin, avukatın, toplumbilimcinin, canlıbilimcinin, evrenbilimcinin, ruhbilimcinin, felsefecinin, fizikçinin ya da coğrafyacının dini referans almayıp hareket etmeyeceğinin bir garantisi olmadığı için laik, sosyal bir hukuk devleti o Danıştay üyelerinin aldığı bu türden örnek bir kararla vatandaşının güvenli, huzurlu ve bilim eşliğinde geliştirilen yaşamını teminat altına almak zorundadır. Ne acıdır ki, Vakit paçavrasının Danıştay üyelerini laikliğin güvencesi olan bir kararından dolayı hedef göstermesinin 3 ay sonrasında, yani 2006’nın mayısında Başkent Ankara’daki Danıştay 2. Daire’sine silahla girmeyi başaran ve dini referans alarak katil olmakta sakınca görmeyen meczup bir avukat, Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürüp toplantı sırasında odada bulunan 4 Danıştay üyesini yaraladı. Saldırıyı gerçekleştiren gerici avukatın üstünden Vakit paçavrasında yer alan ve Danıştay üyelerinin fotoğraflı küpürünün bulunduğu o hedef gösteren manşetin çıktığı şüphesi ise mide bulandırıcıydı. Dolayısıyla gerici basın ve medyanın cinayetteki etkisi özgürlüğün güvencesi olan laikliğin korunması anlamında yeniden tartışılmaya başlandı. Laik, hukuk devletini benimsememiş bu acımasız avukatın gazete denilen bir paçavradan etkilendiği ve onun fikirlerini paylaştığı çok açıktı. Adına gazete denilen bir paçavra olan Akit duruşmalara türbanla girmek isteyen avukatları hukuka aykırı olması nedeniyle baroya kaydettirmediği için Gümüşhane Barosu Başkanı olan Ali Günday’ı da hedef göstermiş, laik hukukun gereğini yapan baro başkanı 95 temmuzunda yani Sivas Katliamı’ndan 2 yıl sonra bir yobaz tarafından Gümüşhane’deki bürosunda katledilmişti. Türban için cinayet işleyen yobaz gazetelerdeki haberlerden etkilendiğini de ayrıca ifade etmişti. İşte tüm bu katletme mantığı laikliğe karşı olup dini referans almanın apaçık bir örneğiydi.

Menemen Olayı ve gerici katliamların temelinde yatan şeriat arzusu ile dini referans

Şeriat istemekten usanmayan gericilerin katliamları konusundaki hafızalarımızı tazeleyince taşlar bir bir yerine oturur. Öyle ya, Yunan işgalinden 8 yıl önce kurtulan 1930 İzmir’inde bir sabah namazının ardından bir araya gelen şeriatçılar arkalarında halife ordusu olduğunu, aynı zamanda şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini haykırıyordu. Atatürk Cumhuriyeti’nin öğretmeni olan genç subay Kubilay ise, şeriat isteyen gericileri dağılmaları konusunda ikna etmeye çalışırken bir yobazın kurşunuyla yaralandı. Yaralı olarak sığındığı cami avlusunda Kubilay’ın bir gerici tarafından bıçakla başı canlı canlı kesildi ve gövdesinden ayrıldı. Kubilay, şeriat isteyen gaddar yobazlarca Menemen’de kendisine desteğe gelen iki bekçiyle birlikte hemen oracıkta şehit edildi. Menemen Olayı, Sivas Katliamı, Danıştay Saldırısı, Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday’ın katledilmesi gibi birbirine çok benzeyen bu olaylar işin aslında her an açığa çıkma potansiyeli olan o gerici ve şeriatçı mantığın farklı birer boyutudur. Açık ki, bu gerici katliamların temelinde yatan şeriat arzusu ile zihinlerde dini referans alma gerçeğiydi. Gerici ve şeriatçı katliamlar cumhuriyet kurulduğundan beri var olmaya devam etti.

Kanlı Pazar’ı tertipleyen ve 6. Filo’daki ABD gemisine secde eden sağcı-dinciler

1969 yılında devrimci gençler 76 örgüt toplanıp birleşerek işçisiyle, öğrencisiyle ABD’nin 6. Filosu’nu protesto etmek için “Emperyalizme Karşı Mustafa Kemal Yürüyüşü” adı altında toplanıp valilikten izin aldı. 10 bin civarındaki 76 gençlik örgütüne karşı harekete geçen sağcı/gerici gruplara karşı önlem alınmayarak devrimcilere özellikle saldırılması sağlandı. Olaydan 2 gün önce gericilerin hakim olduğu Milli Türk Talebe Birliği cuma namazı kılan halkı komünistlere karşı ayaklanma çağrısı yaparak kışkırtma çabasına girdi. 2 gün sonra Taksim Meydanı’nda toplu olarak namaz kılan gerici grup devrimcilerin gösteri alanına doğru kasıtlı olarak sokuldu ve gösteri yapan devrimcilerle bizzat karşı karşıya getirildi. Ne gariptir ki, gösteri alanına az sayıda ve kısım kısım alınan devrimcilere karşı hazırlıklı olarak bekleyen, daha doğrusu bekletilen o kurnaz faşistler komünizm tehlikesini bahane olarak kullandı ve tekbirler eşliğinde devrimci gençlere taşlı sopalı ve bıçaklı saldırılarına başladı. Kanlı Pazar olaylarında 2 devrimci genç bıçaklanarak öldürüldü. 14’ü ağır, 134 kişi ise yaralandı. Ayrıca Kanlı Pazar’da devrimcilere saldıran dinciler ve ülkücüler Dolmabahçe’de ABD’nin 6. Filosu’ndaki bir gemisine karşı secde edip namaz kılacak kadar arsızlaşıp namussuzlaşan karanlık bir aklı taşımaktan zerre gocunmadı. Bu rezillik içeren olaya ABD’liler bile şaşıracaktı. Oysa devrimcilerin o günkü sloganlarında “Sükan’ın polisi Türk olduğunu unutma!” “Öleceğiz, Atatürk’ün yolundan dönmeyeceğiz!” “Türkiye 6. Filo’nun genelevi değildir!” “Türk kadını onurunu koruyacaktır!” gibi namus ve vatanseverlik içeren sözler vardı. Ama bu sözler, bu düşünceler gericiler ve şeriatçılar için hiçbir önem teşkil etmiyordu. Nasıl olsa ülkenin ilerlemesini istemezlerdi.

Maraş Katliamı’nda ülkücü militanların ve şeriatçıların rolü

Kahramanmaraş’ta 1978’in aralık ayında ise, milliyetçi bir filmin sinemada gösterimde olduğu bir zaman dilimi özellikle seçilip sinemaya bomba atıldı. O filmi izleyen milliyetçi topluluğa bombayı solcuların attığını söyleyenler ve yalanlarla onları kışkırtacak kadar adileşenler bu kez ülkücü militanlar ve onların destekçileri oldu. Bu olaydan bir gün sonra Alevilerin yoğun olduğu bir kahve taranıp 1 kişi öldürüldü. Ertesi gün kendi halinde yaşayan 2 solcu savunmasız öğretmen katledildi. Yine, sonraki gün Maraş’taki bir camide imam tarafından: “Oruç tutmak, namaz kılmakla hacı olunmaz. Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Bütün din kardeşlerimiz; hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır. Çevremizde bulunan Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz!” diyerek başlatılan katliamların devam ettirilmesinin gerekçeleri oluşturuldu. Sol partilerin binalarına ve derneklerine “Kanımız aksa da zafer İslamın!” ve “Müslüman Türkiye!” gibi sloganlar atarak saldıranlar tıpkı Menemen Olayı’nda, Kanlı Pazar’da, Sivas Katliamı’nda, Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday’ın katlinde ve Danıştay Saldırısı’nda açığa çıkan ve acıma duygusu olmayan o karanlık zihni taşıyanlardı. Maraş Katliamı’nda 111 kişiden niceleri akıllara durgunluk verecek caniliklerle öldürüldü. Onlarca insan yaralandı, iş yerleri tahrip edilip evleri yakıldı.

Çorum Katliamı’nda ülkücü-dinci iş birliği

Çorum’daki sağcı vali Rafet Üçelli, İçişleri eski Bakanı olan DP kökenli bir AP’li olan Faruk Sükan’ın bacanağıydı. Faşist emniyet ve milli eğitim müdürlerinin Çorum’a atanması ve solcuların Çorum’daki kurumlardan tasfiyesiyle alt yapısı aylar önceden hazırlanan ve gerici faşistlerin daha rahat hareket etmesi için sinsice planlanan bir katliam oldu Çorum Katliamı. Ne ilginçtir ki, tarihte ABD’ci faşist 12 Eylül 1980 Darbesi’ne zemin hazırlamanın en önemli son örneği arasında yer aldı. Çorum’da 1980’nin mayıs-temmuz aylarını kapsayan katliam öncesinde, ilk olarak 23 Nisan Bayramı’na ülkücüler ve dinciler “namus”, “iffet” gibi tipik bel altı naralarını atarak tepki gösterdiler. Ardından 19 Mayıs’taki genç kızların kıyafetlerini namussuz ve iffetsiz bulup “İslamcı Gençlik” çatısı altında toplanan ve açıkça Atatürk düşmanlığı yapan bir grup belirdi. Bu grup bildirisinde cihat çağrısı yapmayı ihmal etmedi. İslamcı Gençlik, gösterilerdeki kızların kıyafetinden rahatsız olan, aslında 19 Mayıs’a kin kusan bildirisiyle yobazlığını ve din için savaşacağını fazlasıyla belli etti. 9 gün sonra 28 Mayıs’ta Dev-Sol militanları adı yolsuzluklarla anılan, büyük toprak ve çiftliklerin sahibi, inşaatçı iş adamı MHP’li Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ı katledince en ufak bir belirtiden nem kapan ve şeriat istemeyi asli vazifesi bilen gericiler için yeni bir cihat fırsatı doğdu. İç Anadolu hattında yükselen devrimciliği ve solu baltalamaya ant içen o günün İslamcıları ve ülkücüleri Maraş Katliamı'ndan sonra yeni bir iş birliği yaparak Çorum Katliamı’nda da 57 masum insanı yine din referansı ve sömürüsüyle tekbirler eşliğinde hunharca katletmekte hiçbir sakınca görmedi. Üstelik, MHP’li Gün Sazak’ın katlinde bu 57 insanın hiçbir payı yokken! Yani bir bahane bulup insan öldürmek, insanlık onurunu taciz etmek, hatta katliamlar sırasında kadına tecavüz etmek İslamcılık ve ülkücülük idealindeki kimseler için bu kadar kolaydı.

Şeriatçıların katlettiği ve hedefinde olan aydınlar

Partisiz ve hukukçu cumhurbaşkanı olan, anayasa mahkemesi başkanlığı da yapmış Ahmet Necdet Sezer’in hocası ve 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin özgürlükçü anayasasına katkı veren hukukçu, profesör, Türk aydını İlhan Arsel, İslam ve peygamberi hakkında yazdığı kitaplar ve yazılar yüzünden ölüm tehditleri yüzünden Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Arsel, 2010’da ABD’de yaşamını yitirdi. Müftülük yapıp sonradan ateist olan Turan Dursun ise, İslam ve İbrahimi dinler hakkındaki donanımını kalemi ve sözleri eşliğinde basın ve medyada halkla paylaşmaya başladığı için bundan rahatsızlık duyan şeriatçılar tarafından 1990’ın eylül ayında Üsküdar’daki evinin önünde katledildi. İlahiyat akademisyeni, tarihçi, Atatürkçü aydın Bahriye Üçok, bir kadın olarak gericileri rahatsız edip epeydir şeriatçıların hedefindeydi. Kargodan alıp açtığı paketteki bombanın patlaması sonucu 1990’da tıpkı şeriatçıların hedefinde olan gazeteci Çetin Emeç’in şoförüyle birlikte öldürülmesi gibi aynı yıl içinde acımasızca katledildi. Sivas Katliamı’ndan birkaç ay önce 1993’ün ilk günlerinde Türk gazeteciliğinin yüz akı olan Kemalist ve sosyalist aydın Uğur Mumcu, arabasına bomba konularak katledildi. 99’un ekim ayında ise, yine Akit paçavrasının “zorba Kemalist” olarak hedef gösterdiği, 1978’deki Ecevit Hükümeti’nde kültür bakanlığı yapmış, siyaset bilimci, öğretim üyesi, yazar ve bir başka Kemalist aydın Ahmet Taner Kışlalı, şeriatçı yobazlarca arabasına bomba konularak katledildi. Ayrıca İslam, İslamın kutsal kitabı olan Kur’an ve İslam peygamberi hakkında pek çok kitap yazan eski imam Arif Tekin de şeriatçıların menziline giren kişiler arasında.

Arkeolog, dilbilimci ve yazar olup İbrahimi dinlerin kökeninin Sümerler’e kadar uzandığını sıklıkla vurgulayan Muazzez İlmiye Çığ, başörtüsü kültürünün bugün 4 bin küsur önce kurulan Akadlara dayandığını kitabında yazdığı için 93 yaşında “dini farklılıklara dayalı nefreti körüklemek” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçlarından 2007 yılında yargılandı. Yakın zamanda Diamond Tema adlı bir sosyal medya tanınanı aydın bir genç, İslam peygamberinin hadislerde de yer alan ve 9 yaşındaki bir kızla evlenmesinden, bu kız çocuğunu evlat edinmesinden bahsetti. Ayrıca şeriat karşıtı söylemler kullanan, felsefe, mitoloji ve din tarihi gibi alanlarda birikim sahibi bir agnostik olması dolayısıyla Diamond Tema, sosyal medyada toplumsal lince maruz kaldı. Yetmedi, hakkında soruşturulma başlatılıp tutuklama kararı çıkarıldı.

Şeriatçıların verdiği rahatsızlık

Bursa Karacabey’de adına kadınlar plajı denilen ve esasında din referanslı ayrımcılığın sembolü olan yere sırf “lezbiyenler geliyor” iddiasında bulunup yasak koyan İYİ Parti’li belediye başkanı ve onun ucube düşüncelerde olan destekçileri bugün önemli bir kitle olarak aramızda yaşıyor. Abuk sabuk fikirleri olan imamlar, tarikatçılar sosyal medya sayesinde gerici tehlikeyi güzelce özetliyor. Laikliğe karşı olmanın, şeriat istemenin ve gericiliğin sadece bir özgürlük düşmanlığı değil, aynı zamanda kadın düşmanlığı ve kadını hayattan koparıp olmak olduğu ise ne yazık ki, çok çabuk unutuluyor.

Yaşananlar ortadadır. Şeriatçıların, gericilerin bu ülkedeki aydınlanmaya karşı başvurduğu katliamların, verdiği yaraların, açtığı saçma sapan davaların ve en basitinden ramazanda oruç tutmayana atılan dayaktan tutun da kız çocuklarının başını baskı ve zorla örtmeye kadar verdiği rahatsızlığın haddi hesabı yoktur.

Bugünlerde kahve zincirleri ve hazır yemek zincirleri olan çok uluslu firmaların şubelerini basarak şeriatçı söylemler ve sloganlarla insanları rahatsız edenler ortalıkta kol geziyor. Bunlar konser, sanat galerisi, tiyatro ve sinema basıp oradaki insanlara zarar vermeyi çok normal karşılayan tiplerden oluşuyor. Görünen o ki, şeriat sloganlı yürüyüşler, söylemler, laiklerce bile epeydir kanıksandı. Kola satın alıp yerlere dökerek aslında yine ABD’ye kazandırarak trajikomik görünenler, portakal bıçaklayıp Hollanda’ya karşı protesto yaptığını zannedenler güzelim protesto kültürünü dinci mantığın sekteye uğrattığı akıl tutulmasıyla zaten iyice yerlere düşürdü. Gezi gibi cumhuriyet tarihinin en büyük direnişindeki pratik zekanın, yüksek aklın öldürmelerle, yaralamalarla ve cezalarla önüne geçilmeye çalışıldı.

Laik devlet yetmez, laik toplum gerekir

Yalan iftiralar eşliğinde çeşitli bahaneleri ortaya sürerek onlarca özgürlükçü ve cesur akademisyen, profesör, öğretim üyesi, öğretmen, sanatçı, yazar, düşünür, öğrenci, sendikacı, işçi olan aydını, masum insanı, dinsiz, Alevi, solcu, devrimci, Kemalist olduğu için yok etmekte sakınca görmeyen, Türk ilericiliğinin gelişmesine asla müsaade etmeyen, ilericileri sürekli taciz edip tehditler savuran, baskı altına aldığı insanları intihara sürükleyen o cahil ve faşist kafanın bu ülkeye yaptığı sayısız kötülükler oldu. Bugünkü sömürü düzeni işte bu karanlık kafaların desteklenmesi ve desteği ile kuruldu. Açıkçası, bu cahil ve faşist kafa aydınlanmadıkça bu kötülükler asla bitmeyecektir. Bu kötülükleri önlemek için de laik devlet yetmez, laik toplum gerekir.

31. yıl dönümüne girdiğimiz Sivas Katliamı’nda dönemin cumhurbaşkanı Demirel ve hükümet ortakları Çiller ve Erdal İnönü laik devleti savunamayıp az sayıdaki acemi askeri katliama gecikmeli olarak gönderebilmişti. Polis, güvenlik ve isteksiz olan itfaiye çalışanları deseniz, zaten yetersiz kalmış, açığa çıkan bu vahşete resmen adım adım göz yumulmuştu. Sloganları ve canice olan eylemleriyle alenen suç işleyen şeriatçılara karşı pasif kalan devlet gözü gibi bakması gereken aydınını ve emekçi halkını savunamamıştı bile. Çünkü Sivas Katliamı’nda çıkarılan yangınında ve yapılmak istenen linç girişiminde aydınları kurtarmak istemeyenler ve aydınları kurtarmaya gelenlerin önemli bir bölümü kafa olarak gericiydi ve dini referans aldığı için görev bilincini bile yerine getiremiyordu. Kısacası, laik olması gereken devlet laik olmayan toplumun bir kesimine haberleşmenin çok iyi olduğu 93 Türkiye’sinde bilerek yenik düşmüştü. 2006’daki Danıştay Saldırısı’nda ise, güvenlik zafiyetinde olan o devlet yetkilileri aynı gericiliğe karşı yine yenik düşmüştü. Kaldı ki, devlette yetki sahibi olanların pek çoğu o Danıştay üyelerinden de rahatsızdı. O yüzden bugün merdiven altı din kurslarında devletin kaderine terk ettiği çocuklar, tarikatlarda yetişenler, fırsat eşitliğinin olmadığı milli eğitime gericilik katıp ülkenin aydınlık geleceğine dinamit koyanlar, hurafeleri kaynak alıp laikliğin değerini bilmeyen, sadedle Atatürk düşmanlığı ile yetiştirilen herkes laik toplum için her an bir tehdit olabilir. Ve bunlar, sırf din ve hurafeleri için insanlara sosyal hayatta rahatsızlık verir. Dahası, onlara zarar verip yaralayarak katletmeyi de doğal karşılar. En acısı da kanun ve yasa çıkarır.

Geçmişte, bugünde ve gelecekte yaşanacak din referanslı her türlü gericiliğin ve şeriat eksenli suçların temelinde laikliğin önemli bir kesim tarafından kafalarda bir türlü oturtulamaması yatıyor. Bizde temeli ve ilericiliği tutturulamayan hukuk devleti adil ceza oranları ile tıkır tıkır işletilse bile suç işleyenin hak ettiği cezayı alması en fazla olsa geçici olarak vicdan rahatlatır, toplumu biraz dizginler ya da bir nebze korkutur, o kadar. Ama suçluyu suça iten gerekçeleri tam anlamda asla önleyemez. Kaldı ki, bizde laiklik karşıtı suçları işleyenleri kollayan bir devlet halk desteği ile karşıdevrim mantığıyla her dönemde bir şekilde oluşturuldu. Hatta bugünkü Saray rejimi ile tamamlanmak istendi. Dolayısıyla laiklik 1937’de anayasaya girmeden önce bile Atatürk’lü CHP’yi dini batırmakla eleştiren, dine hürmet edeceğini beyan edip şeriat propagandasıyla din toplumu yaratacağı sinyalini veren ve 7. ayını bile doldurmadan haklı gerekçelerle kapatılan 1924 kuruluşlu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası görüşlerinin devamı yıllardır sağ ve aşırı partiler eşliğinde hem de cumhurbaşkanlığı makamında ve Meclis’te sandık demokrasisinin mantık dışı aritmetiği sayesinde rahatlıkla yaşatıldı ve yaşatılmaya devam edecek. Yine, İngiliz silahlarıyla ve İngilizlerin matbaa destekli bildirileriyle çevresini cumhuriyet devrimlerine karşı galeyana getiren, şehirleri ele geçirip şeriat isteyen, bu uğurda Türk askeri ve sivilleri katleden döneminin gericiliğinin ve bölücülüğünün başı vatan haini Şeyh Sait ve artıklarının devamı olan o lanet gericilik bugün de önemli bir kitle tarafından düşünce ve eylemler eşliğinde sadece halk nezdinde değil, devletin en önemli makamlarında göz göre göre yaşatılmaktadır. Bu tehlikeli ve yoz düşüncelerin önüne geçmek laik devleti savunmakla sağlamlaştırılır, doğru. Ama laik toplumu yaratmak asıl mesele olmalıdır. Bunun için de laikliğin eğitimi, zorunluluğu ve değeri mutlaka geliştirilip yayılmak zorundadır. Buna da tarikatlardan tutun da her türlü gericiliğe yaşam alanı tanımamayı dayatmakla başlayabilirsiniz. Çünkü tarikatın, gericiliğin, şeriatçılığın olduğu yerde adalet, özgürlük, bilim, teknoloji, sosyal yaşam, aydınlanma ve ilerleme asla olmaz, olamaz.