Bir muhitin kalitesini oradaki hayvanların ve kadınların nasıl davrandığını bakarak ölçebilirsiniz. Hayvanlar sizden kaçmıyorsa, çöpleri karıştırmıyorsa birileri onları seviyor ve besliyordur ve kadınlar bol ışıkları olan yerlerde geceleyin rahat yürüyorsa, kahkaha atıyorsa o muhitte kadınlar en azından rahat yaşama hakkından nasibini almışlardır. Aynı şekilde bir ülkenin gelişmişlik düzeyini canlılara verdiği değerle ölçebilirsiniz. Nedir o canlılar, ağaçlar, insanlar, börtü-böcek...
Yıllar önce üniversiteye ara verdiğimde bir lojistik şirketinde çalışırdım ve orada tipine baktığımda kanımın ısındığı Nusret adında bir çocuk vardı. Nusret palet çeker, ürün toplar, parasını kazanırdı. Bir süre sonra Nusret'le tanışınca aslen Manisa Salihlili bir orman mühendisi olduğunu öğrenmiştim ve aynı zamanda üzülmüştüm. Tabii palet çekiyor, çalışıyor diye üzülmedim, nihayetinde eli-ayağı tutuyordu ve çalışması olması gerekendi. Fakat benim kalbimi kıran, Nusret'in ormanlarda sözü geçen aslan yürekli bir doğasever olarak görevini yapamayışıydı. Bir de kötü çalışma koşulları vardı ki, yapılan işe göre verilen değer emek-sermaye çelişkisinin tipik örneğiydi. Nusret'e ülkesi bu kadar değer vermişti işte. Atanamayan öğretmenler, Nusret gibi hayata tutunamayan mühendisler ve ne yapacağını bilemez hale getirilip hayal bile kuramayan dağıtılmış yığınlar ülkemizin kalitesizliğini gösterir. Bakıyorum da eziyet edilen aç hayvanlar, korkutulan, psikolojik ve fiziksel işkence yapılıp öldürülen kadınlar, diplomaları kapitalist dünyamızla uyuşmayan okumuşlar ve ne yapacağını kestiremeyen mutsuz, sinir küpü insanlar olarak sıkışıp gitmişiz koca ülkede.
Ormanlar yandığında o ormanların bekçileri olacak mühendislerden, mühendis olmasına gerek olmayan kolluk gücü olacak insanlardan ve bilimden faydalanmama gerçeğimize farkındalık sahibi bir duyarlı olarak içten içe gibi yanıp gidersiniz. 1960 yılında Demokrat Parti iktidarı Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz'i Beyazıt Meydanı'nda hayata karşı olan itirazından dolayı öldürmüştü bu ülkede. 2000'lerin ilk çeyreğine yaklaşırken orman mühendisi olan Nusret'i de yaşarken öldüren aynı ülkeydi ve bu ülkenin yöneten insan kalitesi gayet düşüktü. Malum, insana yapılan kötü muamele kapı gibi ortadaydı. Ben de Nusret'e, sevgili Nusret, bu düzene küfret diye takılırdım.
Nusret sonradan İstanbul'da 3. Köprü'de iş güvenlik uzmanı olarak çalışmaya başladı. Ben o zamanlar o taraflara doğru denize gittiğimde kendimden utanırdım ama içimden. O köprü yapılırken oraya yolumun düştüğü her an Nusret'i telefonla arardım. O köprünün yapımı başlandığında ölen işçiler olmuştu ki, Nusret henüz o işe başlamamışken bu durumu onunla ayrıca konuşurduk. Ormanlarımızı nasıl koruyup güzelleştiririz diye düşünemeden sermaye ve rantın bekçiliğine itilen bir hayattı Nusret'inkisi. Binlerce müteahhit depremde yıkılacak olan evlerin sağlamlaştırılma sorumluluğunu adeta bir vergi gibi üstlenmeyecekken Nusret de ormanlarda oluşacak tüm hasarların planını yapamamaya terk edilmişti. Hiç unutmam, bizim mahallede Hollandalı yabancı bir enişte, Türk eşinin Türk kardeşinin müzik öğretmenliğini bitirip müzik öğretmeni olmak için bir daha sınava girmesini doğal olarak garip karşılamıştı. Bense o garipliği burada bizzat hayattan aldığım için Nusret'e, bu düzene küfret demiştim ki, geriye dönüp baktığımda ne de güzel söylemişim.